15 Temmuz 2015

düşsün bu kubbe gibi, sen de.

evvel zaman içinde, kalbur saman içinde
kırık bir zamanın arifesinde,
acıyı buldumdu. 

yazdım, çok yazdım. dönüp durduğum bu semada, kırıktım, çizdim dokunduğum yerleri. döndüm, ve yazdım. döndüm, topladım kırıklarımı, yazdım. topladım kırıklarımı, tekrar kırıldım.
nasıl her kelime bana ait ve her cümle benden bağımsızdı. gün geçti, kırıktım, topladım. 
bir çocuk ne zaman öğrenir acıyı. başından beri iyiliğe inandırılan bir neslin bireyi; acıyı bana göre erken, kimine kıyasla geç buldum.
yitirdiklerim. elimi uzatmadan yandıklarım, korkmadan daha da yaklaştıklarım. gönül yorgunluklarım. ders aldığım ve alamadığım hatalar. üzerinde tekrar tekrar yürüdüğüm can ve cam kırıklarım oldu, aşağı hiç eğmeden başımı, tek bir noktaya kilitlenip. tek bir noktaya. 
kafamdaki bulutlardan gökyüzünü göremedim çoğu zaman. iç bulantısından gözlerimi açamadım. belki korktum gözlerimi açmaktan.
sonraları, tüm kırıkları toplayıp temizledikten sonra semayı, kilitlenip o tek noktaya, acıya kilitlenip, sadece görmeyi öğrendim.
"ben zaten o ilk acıyla ölmediğimde çok gücenmiştim hayata."
neydi benden, herkesten değerli olan? 
herkes'ti, herkes'ten değerli olan.

bırak gönlüm düşsün kubbe, sen dönerken düşsün.
kaç sema var gözünün görebildiği?
kaç sema var yüreğinde saydığın.
hangi gerçeği dosdoğru görebildi gözün. gördüğün gökyüzü başkalarının da seması değil mi.
insan aynı kubbe altında paylaşır acısını, bilmeden, ses etmeden. acıyı toplaya toplaya yorgun düştüğünde gün gelip, gölgesine sığındığın o kubbedir görebildiğin.

ancak gönlünde duran, 
acıtan, parçalayan ömrünü, yoluna serilen can parçalarındır. 
kim toplar senin için tırnaklarıyla
acıyı kanırtarak, tırmalayarak kim kazar yolunu.
kim serilir yoluna, ömrünü önüne katıp.
herkesti, herkesten değerli olan. unutma.

bırak gönlüm, düşsün.
                    düşsün bu kubbe de.
                    düşsün bu kubbe gibi, sen de.
üstüme atılan ölü toprağıdır. 
her zerresini atamazsın üstünden. yeni topladın kırıklarını. kan içinde üstün başın. yapışır kalır, ölü toprağıdır.
insan acıyı ya paylaşır, ya da gömer o ölü toprağına. gömülür kendi de. acıyla. kül tekrar yanmaz, bir daha ateş tutmaz yüreğin. "her ateş, önce kendi yanını yoklar sevdiğim"

o yüzden saçma küllerini diye, acıya kilitlenip kaldığında, üstün örtüldüğünde, veya
dönerken gönlünün semasında
(yorgunsun)
bir gölge altında.
kilitle dudaklarını acıyla.
acıyla atılan mühür. en sağlamı bu. gücenme.

dönersin tekrar kubbenin altına,
dönersin tekrar kubbenin altında.

..

13 Temmuz 2015

doğru benim! (yani, öyle olmalıyım)

"Özgürlüğün tadını çıkarmak için kendimizi kontrol etmeliyiz." demiş Virgina Wolf. Özgürlüğün tadını çıkarmak, buradaki manevi değerleri ifade ediyor. Bireyler kendini kontrol ettiğinde ve haksızlık etmediğinde toplumda varolan özgürlükler daha değerli kılınacaktır.
Emredileni yapan insan, yani otorite baskısı olduğu için doğru davranışlar sergileyen insan, isyan etme düşüncesine ulaştığında ve yeterli cesareti bulduğunda yanlış olana doğru hızla sürüklenebilir. Veya otorite zayıfladığında ya da tamamen ortadan kalktığında doğru davranmaktan vazgeçmek insana oldukça ideal gelebilir. Oysa içindeki ahlaki değerlere sarılan insan, hiçbir zaman doğrudan vazgeçmeyecektir. Kant, ahlaki eylemin amacının ödev olduğunu savunmuştur. Ona göre bu eylemin değeri, eyleme karar verdirten ilkedir. Bu ilke, iyiyi isteme olmalıdır.
Sartre, insan "kendisi için varlık"tır der. Kişi; var olduğunun bilincindedir, değerlerini kendisi yaratır, kendisi koyar ve onlara uyar.
Platon'un ahlakı ise toplumsal ahlaktır. Tek kişinin değil toplumun mutluluğu önemlidir.
Kant için ise asıl olan "insanın iyiyi istemesi"dir.
Sokrates'e göre iyi, insan yaşamının doğal hedefidir. İnsan iyi, yararlı olan eylemlerde bulunarak mutlu olabilir.
Yani kişi değerlerini kendisi yaratıyorsa, değerlerini yaratırken içinde bulunduğu topluma karşı olan sorumlulukları ve bu sorumlulukların maneviyatı üzerine bindiğinde, yarattığı değer kuşkusuz iyi olan, olacaktır. Dolayısıyla da kötüden, yani haksızlık etmekten kaçınacaktır. Üstelik otoriteden korktuğu için değil, doğru olanı içselleştirdiği için. Kierkegaard'a göre, yaşam yolunda üç ana aşama, etap vardır: estetik, etik ve dinsel. Dolaysızlık ve umutsuzlukla ıralanan estetik aşamadan -varoluşsal sıçramayla- bir üst aşamaya geçiş sorunu Kierkegaard'ın Either/Or kitabının temel sorunudur. Kitabın adının da gösterdiği gibi, bu bir seçim sorunudur. Kişi ya estetik aşama içinde umutsuzca, kimi zaman da umutsuzluğunun farkında bile olmadan yaşayacak ya da bir üst aşamayı, etik olanı isteyerek seçecek, bu aşamaya varoluşsal sıçramasını gerçekleştirecektir. Buradaki seçim, Kierkegaard'a göre, etik olanın kendini açığa vurmasıdır. Kişi etik olanı seçtiğinde başka bir kişi haline gelmez: kişi kendini seçmiştir; estetik aşama içinde parçalanmış olan kişilik yeniden kazanılmıştır. Bu anlamda seçme yoluyla kişinin kendini bulması, kendisi olarak kalması etik olanı gösterir.
Montaigne, "Gerçek benim!" diyor Denemeler'inde. "Ben" deyimiyle bütün insanlığı kastediyor. Demokritos ise "Doğru ancak gerçeğin derinliğinde bulunabilir." diyor. Yani doğru gerçekte; insanın kendinde, ruhundadır. Hiçbir otorite korkusu insanın kendisini bulmasına, ruhuna ulaşmasına engel olamaz.
Doğru, otorite baskısı altında kurulduğunda hiçbir anlam ifade etmez ve hatta insani değerlere hakaret sayılır.
Doğru ve doğru eylemleri yapmak isteği insanın kendindedir. Haksız ve yanlış olandan kaçınmak kendini gerçekleştiren insanın üstün değerlerinden biridir. Kişi, haksız eylemlerden kaçınarak ruhunu korur.
“Dixi et salvavi animam meam.”
Konuştum, ve ruhumu korudum!

11 Temmuz 2015

gaseyan

durup durup bir şeylere sinirleniyorum
bu öfke nasıl başladı hiçbir fikrim yok aslında, öylesine bir yerlerde otururken bile zihnim beni sinirlendirecek noktaları yakalıyor. aslında müthiş bir silah yaratılabilir bundan. sevdiklerime ve sevmediklerime karşı. ancak ona kadar sayıp sakinleştiriyorum kendimi. bu çok alçakgönüllü bir sefalet olsa da kendime yaptığım bir iyilik olarak görüyorum bunu,sefalet işte
başkalarına zarar vermemeyi iyilik olarak görmek, iyi niyetli bir bilinç

nedir en dayanılamayacak şey, insanı delirtecek olan. en büyük acı?
...
ağır ve bomboş bir sessizlik. susmamak gerek. fırtına diniyor sustukça. öfke ağır ağır sönüyor.
aynı şeye daha uzun süre bakınca baktığın anlamsızlaşır, bir süre sonra yok olur gözünde. öfke de böyle, aynı şeylere öfkelendikçe sebepler yok olacak. sonra öfken.
aynı şeyleri yaşamak, aynı tablolara bakmak, aynı insanları öpmek
ağır bir boşluk, yok olan insanlar yok olan duygular. geride sadece tek bir his bırakıyor midende
ufak bir bez parçası, kolalanmış gibi bembeyaz. tutkulu ve acılı bir bez, iç bulantısı

insanların dalga dalga yayılan ekşi sesleri, her şeyi yüz üstü bırakamayış. tozlu zamanın iç bulandıran kusurlarını yüzüne vuran bir saat
unutulamayacak zaten
iç bulantısı ve tozlu zaman..
"gaseyan"

bir kadın olarak kendine inanmak

Aslında kadın da erkeklerin dünyasına uyum sağlayabilecek ve en az erkekler kadar bu dünyaya egemen olabilecek mantığa sahiptirler. Ancak bu kadının işine yaramaz, hatta kadın bunu kullanacak fırsat bulamaz. Çünkü onun ocakta yemeği vardır, ağlayan bir bebeği vardır. Erkek çocuğu doğuramadığı için kırılan bir onuru vardır. Mantık bu konularda işe yaramaz. Kadın erkeğin yetkinliğini öğrenmiş ve kabullenmiştir. Buna karşı koymak için çabalamaz.
          Yunan mitolojisine göre başlangıçta toplumda sadece erkekler vardır. Zeus, Prometheus’un bir hatasına çok sinirlenir ve topluma ceza olarak kadını yaratır. Zaten her Olympos'un bir yüce örneği vardır, saygıdeğer erkeksi öz: Zeus. Veya Osmanlı İmparatorluğunda padişahın yatağına girmeye hazır olarak hareminde bekleyen  ortalama 400 kadın vardı. Onlar cinsel yönden doyumsuz bir erkeğe hizmet ederlerdi, bu onlara da doyumsuzluğu aşılardı. Gül kokulu banyolar, güzellik için takılan mücevherler bu yüzden yerini bir süre sonra iktidar hırsı ve şehvet düşkünlüğüne bırakırdı. Çünkü kadın bir süre sonra erkeğine hizmet etme ve ona güzel görünme gayelerini kullanarak erkeğin dünyasında yer edinmeye çalışırdı.
  Türkiye'de ise erkek çocukları sürekli kız olmakla suçlanır. "Kız gibi gülme" denir, kız olmadığını ispatlamak için amcalara cinsel organını göstermesi istenir. 12 yaşına geldiğinde erkek "daha küçük bir çocuk" iken, kız "doğurgan bir canlı" sıfatını omuzlarına yüklenmiştir. Türkiye'de kadın olmak, benim de yaptığım gibi, çantada biber gazı taşımaktır. Çünkü kadın erkek için cinsel bir nesnedir. Her an ondan yararlanmaya çalışan bir erkek çıkabilir ve kadının ona karşı koymak için yapabileceği tek şey biber gazı taşımaktır. Türkiye'de bir kadın tecavüze uğradığı için ailesi tarafından öldürülebilir. Kadın her zaman kocasına veya babasına bağlı yaşamak zorundadır. Çünkü zorunda olduğu ona öğretilmiştir.
            Her şeye rağmen kadınlar, erkeklere kafa tutacakları bir dünya kurmayı başaramazlar. Genel olarak erkekleri suçlarlar, birbirlerine kocalarına nasıl hizmet ettiklerini, nasıl çocuk doğurduklarını anlatırlar. Yemek tariflerini ve güzellik reçetelerini paylaşırlar. Kocanın, çocukların, yuvanın kölesi olduktan sonra kendilerini ancak yalnız oldukları yerlerde egemen hissedebileceklerdir. Doğada yalnızken özgürlüğünü farkedeceklerdir. Kadın bir yandan bedensel dünyaya, bir yandan şiirsel dünyaya eğilimlidir. Kadın yaşamıyla şiirini bağdaştırmaya çalışacaktır. Kadın Descartes'cılığı ve onu tamamlayan öğretileri reddeder ancak varlıkbilim yönünden iyimser olmaya ihtiyacı vardır. Eyleme dayanan ahlaklar ona göre değildir çünkü kadının eylemi yasaklanmıştır.
                                                                             
     Bu kadar kısıtlama ve tabu içinde görülüyor ki kadının zihinsel eylemi de engellenmiş aslında. İstatistiklere bakıldığında ne belli başlı filozofların içinde, ne edebiyatçıların içinde, ne de siyasetçilerin içinde kadınlar erkeklere karşı bir üstünlük gösterebilmişlerdir.
Öte yandan, eskiden beri erkeklerin malı olan dünyada kadınların çalışması pek de bir şeyleri değiştirmez. Kadın çalıştığında özgürlüğe biraz yaklaştı diye düşünebiliriz ancak detaylı bakıldığında bu onu hem kocasının ve çocuklarının, hem de işinin kölesi yapmıştır. Günümüzde işi ile toplumsal ve iktisadi özerkliğe kavuşan pek çok kadın var. Ancak hala küçük bir azınlığı oluşturuyorlar.
 Tarihin hiçbir sahnesinde kadınlar onlara verilmesi gereken ancak verilmeyen hakları kendi çabalarıyla almadılar. Seçme ve seçilme hakkı, devlet memuru olma hakkı, velayet ve boşanma hakkı gibi bir çok hak onlara erkekler tarafından "verildi". Ve "siz bunlarla idare edin" dendi.
           Özgürlüğü gerçekten yaşamanın tek yolu vardır: onu olumlu bir eylemle insan toplumuna yansıtmak. Kadının içinde bulunduğu durumdan çıkması ve kadınla erkeğin eşitliğini sağlamak için yasaları, kurumları, töreleri, toplumun görüşünü ve bütün toplumsal ortamı değiştirmek yeterli değildir. Stendhal  "Ormandaki bütün ağaçları aynı anda dikmek gerekir." derken bunu yeterince anlatmış aslında. Eğer bir kız çocuğu, çok küçük yaştan başlayarak erkek kardeşi ile aynı şartlarda, aynı istekler ve onurlarla, aynı özgürlük içinde, aynı oyunları oynayarak yetiştirilirse ne erkek çocuğunda  "büyüklük duygusu" olur, ne de kız kendini erkeğin egemenliği altında yetiştirir. Şimdi kadını hor görenler, kadının kendini bütünlemesi karşısında neler kazanacaklarını görmüyorlar.
Oysa kadının dünyasında tek başına bir özgürlük her şeyden üstün gelebilirdi.