1 Aralık 2013

Guguk Kuşu

XIII.
uyuyor muyuz hala
aynı şehirden eksiliyor aldığımız sigara
aynı şehre bırakıyorum olan nikotini ciğerlerimden
bir isteğim istemeden getirilen çay şimdi

II.
hayatı hafife aldıkça sallanıyorum bir salıncakta
tanrım guguk kuşu yap beni
beni çıldırtan herkesi çıldırtmak şimdi tek temennim
sabahın en sigarasız sularında

tanrım al koy beni bir yerlere
madem bunca yapılacak iş var 
bir bir yapmamalıyım

tanrım guguk kuşu yap beni
guguk kuşu

XI.
bir düş kurmalıyım uykuya dalmadan
hayalperest olmak bunu gerektirir
ama kimseden bir isteğim yok
belki yoldan geçen biri çay getirir

sevdim seni ben sevgilim sevdim
ama bu yüzden mutsuz olacak değilim ya
bir yerlerde diyalektiği duymayanlar var
benim tek kahrım bundan
bir de geç gelen çaydan

XIX.
işe yaramayan bir boya fırçası oluyorum bir evde
tanrım al koy beni bir yerlere
umursamasın kimse varlığım kadar yokluğumu da
sözü sık geçen, çok sık geçen ince belli bardaklar
yanımda olsunlar

tanrım itiraf ediyorum
ben kimseyi sevemedim

VI.
günü kurtarmaktan daha mühim bir dileğim var
tanrım al koy beni bir yerlere
tanrım bilmiyorum
bilmiyorum hiçbir şey
dünyada bilecek çok şey var

IV.
ben kimseyi sevemedim diye verilen cezadır bana
guguk kuşları

her insan katilini sever
tanrım al koy beni bir yerlere 
yokluğumu umutsamayıp öldürsün beni birileri

tanrım itiraf ediyorum
kimse beni öldürmedi
...

XVII.

bilmiyorum hiçbir şey dedikçe
bu kadar çok bilecek ne vardı
tanrım sorarım sana
durup dururken
tanrı olacak ne vardı?

tanrım guguk kuşu yap beni.

23 Ağustos 2013

BİLSEN TERK ETMEK

Terk etmek diye bir fiil var ne gülünç
arkasında çiçek desenli masa örtüsü olan bir canavar gibi
terk etmek öteki sayfada kalan ayıplanmış şiir bak
hiç okunmayan bir kitabın

Terk etmek adı hiç duyulmamış o köprünün serenatları bak
belki ölünmüyor terk edenle ölünmüyor ölünmüyor
ama terk eden ölüyor o siyah katedralin içinde
ölüyor mu ölüyor ölüyor

23 Temmuz 2013

İlk kez o gece, Mehmet Abinin yanında, tam da "iki çay söylerken" gördüm onu. Elinde gazetesiyle geldi sessizce oturdu, tek kelime etmedi. Biz de devam ettik tavlaya. Yaz akşamlarının sonsuz sohbetine kapı açan anahtar iki çayla iki zardı.
Mehmet Abinin şirin bir şivesi vardır, benim muhabbetini en çok sevmemi sağlayan.
Bir de ufak tefek dertlerini anlatırken arada belli belirsiz övünür. Ben de ufaktan gururunu okşayan iki laf atarım ortaya. O bıyık altından gülüşünü görmek için. Sonra devam ederiz tavlaya, bazen de bilerek veririm oyunu. Bizim küçük oyunumuzdur bu.
O akşam da yine tam böyle bir diyaloğun ortasındaydık. Pat diye atladı muhabbete küçük dünyasından.
"Ulan Mehmet Usta! Karşında bir sene çalışsan anca üzerindeki kıyafetleri almaya paranın yeteceği bi' İstanbul hanfendisi oturuyo lan. Sen kendini övüp duruyon hala. Ne diyem la sana!
Mehmet Abi utanıverdi hemen, kızardı, kızardı. Hiçbir şey diyemedi kalktı gitti masadan. Çayını bana ödetmeyi de gururuna yediremezdi ya, ödemiş çıkarken.
Adını sanını bilmediğim bu adam, benim abi yerine koyup karşısına oturduğum o yufka yürekli bir tanecik abimi nasıl da mahçup etmişti iki lafıyla.
Sinirlenmedim. Nasıl görüyordu dünyayı o oturduğu sandalyeden merak ediyordum. Yine önündeki gazeteye dalmıştı ki bu sefer ben pat diye soruverdim.
"Ne diye bozdun adamcağızı?"
Bıraktı elindeki gazeteyi, tüm dikkatini bana verdi bir anda. Gözlerimin içine baka baka, beni bir şeye ikna etmeye çalışır gibi başladı söze:
"Abla," dedi. "Açık konuşayım seninle. Biz kenar mahallede doğduk büyüdük. Ben kendimi bildim bileli amelelik yaparım, Mehmet Abi benim ustam olur. E, sen de olsan olsan bize işveren olursun. Bizim değil aynı masaya oturmak, aynı havadan solumamız bile garip şurda. Onu da geçtim ben sana baka baka kendimi övecem ha şurda?"
"Niye böyle sert baktın ki duruma. Nereden geldiğinin nereye gideceğini belirlemesine neden izin veriyorsun? Ben niye oturamayayım yanınızda, insanın değerini ne zamandır parası belirliyormuş, sen de!"
Sonra iyice bana topladı dikkatini. Usul usul başladı anlatmaya. Doğduğu yeri, gidemediği okulunu, annesini, ilk ne zaman çalışmaya başladığını hatırlamadığını söyledi. Beni sordu sonra. Anlattım ben de en az onun kadar usul.
"Bak gördün mü?" dedi. "Bizim kaderlerimiz farklı yollara yazılmış, benim doğduğum zaman toplumdaki yerim belliymiş, seninki de sen doğduğun zaman. Senin gibilerle bizim gibilerin bir arada olması olmaz abla burlarda. Burlar sana göre değil. Sen git güzel evinde sıcak yatağında kayfeni doğru iç. Biz burlarda yeri gelir sokaklarda doğru yatarız. Sen bırak buraları abla."
Ne desem boştu, ne desem yerini bulamayacak kalacaktı öylece havada. Haklıydı diyemem tıpkı haksızdı diyemediğim gibi.
İşte ilk kez orda gördüm onu, son görüşüm yine orda oldu. O son gün öğrenebildim adını da. Ve bana adının denizde anlam bulacağını söyledi, bir hafta sonra yük gemileriyle uzun yolculuklara çıkmaya başlayacakmış. "Pek bulamazsın beni burlarda artık." dedi gitmeden. "Kendine güzel bak, üzme kendini öyle kötü konuştum diye. Bunlar senin benim suçum değil, bunlar düzenin suçu be ablam. Biz ne yapacaz."
"Ege," dedim. "İnsan kendi kaderini kendi yazarmış. Sen de yaz kendi kaderini. Bir daha seni istediğin gibi göreyim, ne dersin?"
Hiçbir şey demedi. İlk defa öyle içten gülümsediğini gördüm. Sonra ilk gün masaya oturduğu gibi usulca gitti yanımdan. Usul usul dokundu yüreğime.
Usulca bir yaşamı öğretti.
Usulca gitti, hiç inanmadığı kaderini çizmeye.

11 Temmuz 2013

kalbin

Bütün hayatımızı; hayatımızın bir cinayete kurban gittiğini bilerek, ama katili bulmak için hiçbir şey yapmayarak geçirdik. Şahit olduğumuz hiçbir cinayetin görgü tanığı değildik, hiçbirimiz çıkmadık mahkemeye. Cesaret etmedik.
Ve yine bütün hayatımızı katil olarak ve cinayetlerimizin cezasını çekerek geçirdik. Ama hiçbirimiz cezaevinde değildik.
Hepimiz bir denizde can veren nehirlerdik, aynı gökyüzüne bakarak ağlayan kuşlar, bambaşka ormanlarda kaybolan çocuklardık. Yine aynı çocukların korktuğu anlamsız dönme dolaplarıydık bir lunaparkın.
Ama en narin ortak noktamız, kalplerimizdi. Bir cinayetin kurbanı olan kalpler, bir cinayete şahit olan kalpler ve belki zordur anlamak ama, cinayet işleyen kalpler.
Sabah uyandığında yarasının sızısını hissettiğin, kalbindi. Dün canını yakan sözleri sana hatırlatan, kalbindi. Birazdan intikam alacak olan, kalbindi. Acıyı, nefreti, intikamı kendine kalkan yapmış, sıradaki kurbanlarını bekleyen; kalbindi.
Anne karnında ilk oluşmaya başlayan, varlığını gösteren, kalbindi. Heyecanlandığını sana gösterendi.
Bir başka kalbi öldürürken, gözlerinin içine bakabilen gözlerin değildi. Gözlerini kırpmadan bir kalbi öldürebildin, griye çevirebildin bir yaşamı tek bir sözünle. Ama eve gittiğinde sana vicdanını duyuran kalbindi. 
Seni sen yapan o değildi ama seni sen yapamayan her şeyindi. Tüm hatalarındı kalbin. Hayata gelişindi ilk hatan, onunla başladı. Yıllar sonra tüm sevdiklerindi, sevdiğin her şeydi. Zaaflarındı kalbin. Zaman zaman budalanın tekiydi, zaman zaman gözlerini ıslatandı bakamadan gökyüzüne.
Hesap sordular sana. İçinde çırpınan ama cevap veremeyendi. Gözyaşlarını içine akıtandı. Sevgilere, sevgililere, cinayetlere, intiharlara, mutluluklara gözleri olmadan şahit olandı o!
Ve yine silahı eline aldığında tetiği çekmek için, namluyu ilk çevirdiğindi kalbin. İlk vazgeçtiğindi. 
Başkası sana baktığında göremezdi ama senin sadece içine bakman yeterdi görebilmek için. Yüzündeki yapmacıklıktan hiçbir zaman göremediğindi.
Avcunun içi kadardı kalbin ama sen onu kırmaktan hiç çekinmedin. Kıyamadığın her şeydi ama aynı zamanda ilk kıydığındı görmek için sevdiğini. Yine kalbinin sevdiğini.
Seni en çok öldürendi kalbin ama sen ne kadar ölsen de ölmeyendi.
En büyük intiharındı kalbin, kendini öldüremediğin.

28 Haziran 2013

Nefesini Kesen Bir Kadının Kabul Edilmemiş İhtihar Mektubu

O sokaktan bir kez daha geçtiğimde, bütün çocukluğumu şehir mezarlığında bıraktığım geldi aklıma. Küçükken en çok oradan korkardım, yanından geçerken bile küçücük ellerim titrerdi. Benim çok sevdiklerim orada kaybolmuşlardı. Ben hiçbirini oraya giderken görmedim ama annem hep orada olduklarını söylerdi. Bizi gökyüzünden izliyorlar, derdi. Çok özenirdim gökyüzüne çıkmaya, ama bunun için neden o korkunç yere gidip kaybolmak gerektiğini hiç sezinleyemedim.
Çok sonraları bir gün, her şeye küstüğüm, yanımda kimseyi istemediğim bir gün, gökyüzüne çıkmak istedim. Sonunda gökyüzü olduğunu düşünerek, o nefes kesici korkunç yere gitmeye karar verdim. Aslında beni cezbeden şeyin gökyüzü olduğu kadar, yalnız kalma isteği de olduğunu itiraf etmeliyim. Ve o bana dehşet verici görünen yere gittiğimde, aslında korktuğum şeyin yine yalnızlık olduğunu farketmiştim. Çünkü herkes mezarlıktan ürker, çünkü mezarlıklar boştur. Ve insanlar kalabalıklar içinde gizlenmeye bayılırlar! Bu gerçeği farkettiğimde belki de büyümeyi bünyeme kesinlikle yasaklamalıydım. Yapmadım. Kendimle meşguldum o sıra ve insanları anlamaya çalışıyordum. Bir çocuk için ne de zor bir iştir büyükleri anlamak!  Çünkü ancak büyüdüğünde anlarsın. Ama bu hakikati de çocukken anlamazsın.
Mezarlıkta ufak bir taş bulmuştum kendime yaslanacak. Sonra üstünde yazanları okudum, insan isimleri vardı doğdukları yıl ve bir yıl daha. Kayboldukları yıl olduğunu sanmıştım önce ama yanındaki ölüm yazısını gördüğümde dehşete düşmüştüm. İşim şimdi iki kat zorlaşmıştı. Evet istediğim bir şey gerçekleşmişti belki, yaratıcı kadar yalnız hissediyordum ama gökyüzüne henüz çıkamamıştım ve bir de ölmek fiili çıkmıştı karşıma.
O gün önüme sunulan bir gerçek vardı o zamanlar hiç anlamak istemediğim; özgürlüğü, gerçek özgürlüğü, ancak ölmek fiili karşılıyordu.
Nasıl ölüneceğini bilmediğimden özgürlüğümü feda etmiştim o gün mezarlıkta, aslında bıraktığım tüm çocukluğumdu.
Büyüdüğümde anladım ki -ne kadar da ilginç iş şu büyümek, neyi anlayacağına bile o karar veriyor- eğer ben sevmeye devam edersem, mezarlıkların benden çaldıkları tek şey çocukluğum olmayacak. Ben de hiçbir sevdiğimi mezarlar almasın diye, kimseyi sevmemeye karar verdim. (Büyümek ve anlamak! Delilik ve çocuklar..)
Şimdi geriye doğru baktığımda görüyor ve çocukluğumu anlıyorum ki, bana ne büyümek yaramış ne de anlamak. Korkularımı görüyorum geçtiğim sokaklarda, tanışmadığım insanlarda, banka oturup izlediğim herhangi bir denizde hatta yüzüne bakmadığım bütün sevgililerde. Bütün ömrümü, daha sevmeden kaybetmekten korkutuğum için sevmediğim kişileri kaybederek geçirmişim.
Benim hayatıma girecek herkesin ölümünü, bir kişinin ölümü olmaya terk etmişim!
Ve insanlardan kaçarken içimdeki yalnızı bulduğumu sanmışım, oysa hepimiz doğduğumuzdan beri yalnız değil miyiz. Yaşam herkesin bir yerlerde biraz yalnız kalması değil mi. Bense sadece bunun ardına sığınmışım. Korkmuş ve bütün ömrümü bu duvarın arkasında geçirmişim. Başımı uzatıp hayatın tadına bakmamışım bile. Belki de şimdi hayatın alınganlığını alıyorumdur sırtıma. Bu koca yalnızlığımın, yine koca bir hiçlikte kaybolmasını izlerken yine tek başıma olduğum geliyor aklıma. Eğer bu bir intihar mektubu olsaydı, gönderecek kimsem olmayacaktı ve ölüme biraz daha ikna edecekti bu durum beni. Neyse ki öyle değil.
Ufak bir can çekişi bu benliğimin bedenimde.
Çocukluğumun bir çerçevede nefes almaya çalışması belki de.
Dibine kadar yalnızlığın özgürlüğü getirdiğini, ama dibine kadar yalnızken özgürlüğün hiçbir anlamının olmadığını anlayan birinin son serzenişi bu. Ve en çok da bu kadar özgürken ölüme yol almanın ne kadar hüzünlü olduğunu hissediyorum derinden.
Kaybedecek birine sahip olmamanın, seni kaybetmekten korkacak biri olmaması gerçeğini beraberinde getirdiğini anladığımda, şu an, çocukluğuma dönmek için nelerimi vermezdim! Ama hiçbir yalnızlığın bir çocukluğa bedel olamayacağını bildiğim için, artık bir şeyleri anlamaya son veriyorum. Anladığım tüm saçmalıklar için ve içimdeki çocuk bir kez daha nefes alabilsin diye nefeslerimi burada noktalıyorum.

Yalnızlığımı paylaşırsa yalnızlık olmayacağını bildiği için, yalnızlığımı en çok paylaşmayan, Marmara Denizi'ne...

6 Mayıs 2013

"Deniz'im Ol"

"Ondan sonra o çukur hikayesi oldu işte. Son düştüğüm pusu. Yakalandığım.. Tarlada. Bir çukurun içinde. Vıcık vıcık çamur.
Bir çukurdayım. Çepeçevre sarılmışım. Çukurun dibi kar. Yattığım yerden yukarıyı seyrediyorum, çukurun apaydınlık üstünü. Sanki donanma fişekleri patlıyor tepemde. Korkunç güzel bir renk cümbüşü.
Gecenin içinde, yağmurun altında ve güneşlerin ortasındayım; tam ortasında. Ve rastgele yakıyorum mermiyi, aklıma ilk gelen Mayakovski'nin şu sözleri oluyor.

Susun artık konuşmacılar
Siz savdınız sıranızı
Söz sırası mavzer arkadaşta
Şimdi o konuşacak

Neler geçmiyor aklımdan.
İşte orada ölümü de düşündüm. Ölüm pek ürkütücü gelmiyor insana. Yine de kabul edemiyorsun.
İnsanlığın geleceğini ve senin o günleri göremeyeceğini düşünüyorsun. Müthiş hüzün veriyor bu sana. Nasıl öleceğim diye düşünmeye başlıyorsun.
Kendi kendime orada, namluyu ağzıma sokup öleceğimi, acı duymayacağımı, böyle kurtulacağımı düşünüyordum. Ama bir de bunun, kolayına kaçmak olduğu geliyor aklına. Vazgeçiyorsun.
İki mermim kalmıştı, mermiler bitince çukurdan çıkmayı düşündüm.
Başım dik çıkacağım.
Vuracaklarsa vuracaklar. Başım dik gideceğim ölüme. Ama ya vurmazlarsa?
O zaman yakalayıp işkence falan yapacaklar sana. İşkence, yine de kolay geliyor. Kararlıydım, dayanacaktım işkenceye. Konuşturamayacaklardı beni. Çözülmeyecektim. Bu konuda kesin kararlıydım.
Silahımı attım birden. Bir ara ateş kesildi. "Çıkıyorum!" diye bağırdım. Çıktım, ateş eden olmadı.
..
Yakalandığımda saat gecenin 2.30'u falandı. Beni alıp doğruca Kayseri'ye götürdüler. Ellerim iki iri yarı adama kelepçeli. Yolda boyuna soruyorlar. Konuşmuyorum.
Kayseri'ye varıyoruz.
Valinin karşısına çıkarıyorlar beni.
"Yakalandın mı sonunda?" dedi vali. Küçümsemeye çalışarak.
"Sen bir kulsun, kul kalacaksın!" dedim. Hiç beklemiyordu. Apışıp kaldı. Sözümün altından kalkamadı, çekip gitti.
Çay getirdiler. Polisler dönüp duruyor çevremde. Garip bir saygı duyuyor gibiler. Hiçbir kaba söz, davranış yok. ''Ağabey ne istersin?" "Bir isteğin var mı ağabey?" Bir de şu var: Çok duygulanıyorlar. Hele ilk yakalandığımda, Kayseri'ye götürülürken, iki koluma kelepçelenen o iri yarı iki polis, Ankara'ya götürülüşümde yine aynı arabadaydılar. Ağladılar yolda. İsteyerek yapmadıklarını söylediler. Üzüntülerini belirttiler.
...
"Geçmiş olsun." dedi, İçişleri bakanı, gülerek. "Nereye gidiyordun?"
"Devrime." dedim. Duvardaki haritada Sivas'ı gösterdi. "Buradan mı gidiliyor devrime?" dedi.
"Senin kafan almaz böyle şeyleri. Karşınıza bir gün dikildiğimizde anlarsın." dedim.
"Türkiye'de tek bir ordu vardır, o da Türkiye Cumhuriyet Ordusu'dur." dedi. "Onun için Demirel ve senin gibi uşakları, hemen istifayı bastınız." dedim.
Sinirlendi. Üzerine yürür gibi yaptım, bir adım attım. Geriledi, şaşırdı dehşetli bir panik havası vardı. "Gö- gö- götürün bunu" dedi.
"Göstereceğiz sana da, senin gibilere de, Amerika'nın güvenilir uşakları!" diye bağırdım çıkarken. Gördüm: Gazetecilerin yüzünde büyük bir şaşkınlık vardı.
...
Asacaklar heralde. Bu o günkü politik ortama bağlı. Faşizm güçlüyse asar. Gerici sınıfların en güçlü iktidarıdır faşizm.
İyi sordun. Evet, ölüme gidiyor bu yol, idama gidiyor. Biliyorsun bunu. Yakalandığın andan başlayarak hep biliyorsun. Hele hücreye tıkılıp da düşünme rahatlığına erince; yine aynı şey: idam, ölüm. Ama pek de korkunç gelmiyor bu sana.
Umut mu? Her zaman var. En azından "Kaçabilirim, kurtulabilirim." diye düşünüyorsun. Ama bağışlanmayı düşünmüyorsun. Çıkarılacak bir affı düşünmüyorsun. O yok işte.
..
O sahneyi çok iyi somutladım: İdam günü gelince o sevdiğim alıştığım giysilerimi giyeceğim: postallarımı ve parkamı. Beyaz ölüm gömleğini giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim. Öyle her zaman ki eyleme gidiş tavrımla gideceğim. Yok tıraş falan da olmayacağım. Gidip, oturup önce bir sigara yakacağım orada. Sonra demli, sıcak, güzel bir çay içeceğim. Rodrigo'nun Gitar Konçertosunu da dinlemek isterim orada.
Avukatlarımın idamda bulunma hakları var. Onların orada olmalarını isteyeceğim. Gelecekler. Gelmeleri gerek. Çünkü bizden sonrakilere umut verecek bu sahne. Asılışımız güme gitmemeli. İpe nasıl gittiğimizi, gelecek kuşaklara anlatacak doğru dürüst gördü tanıkları bulunmalı orada. 
...
Bak dostum, şu gördüğün arkadaşların hepsi de asılacak belki.  
Bunlar okullarında da kendilerini kabul ettirmiş insanlar. Hepsi de okudukları okulun en başarılı öğrencileri. Sınıflarının ya birincisi ya ikincisiydiler. Hani bu işe girişmeseler, bu kurulu düzene karşı çıkmasaydılar, inan ki bu bozuk düzenin en sivri noktalarına hızla tırmanır, yükseliverirdi hepsi de. Yani bugünkü bozuk düzenin içinde bile en yüksek mevkilere kolayca gelebilecek çapta insanlar hepsi de.
...
Bir de, bütün bu olayları, acıları gelecek kuşakların belki hatırlamayacağını düşünüyorsun. Bütün bu acıları, sıkıntıları onlar için çektiğini biliyorsun oysa. Ve birden, kendi açından bakınca bir kişi olduğunu, ölürsen bir kişinin ölümüyle öleceğini ve bunun, o büyük kavganın içinde ne kadar önemsiz kalacağını düşünüyorsun bir an.
İşte Vietnam: Milyonlarca insan ölmüş. Her biri, bir yığın acı, bir yığın sıkıntı çekmiş ve ölmüş. Ve gelecek kuşaklar “beş yüz kişi falan ölmüş” diye bilecekler ve geçip gideceksin o beş yüz kişinin içinde. Ölen bir yığın devrimci, ama her ölen bir kişilik ölümünü ölmüş.
Çektiğin acıların gelecek kuşaklarca da bilinmesini istiyorsun ister istemez."
...

Avukat Mükerrem Erdoğan anlatıyor: 
"İki gardiyan kolundan kavradı. "Hadi" dediler. Deniz, kalktı, dimdik yürüdü iki gardiyanın arasında. Çok metin gitti. Bir gardiyan çıkıp ilmiğin halkasını genişletip başından geçirdi ve indirdi Deniz'in boynuna. Ancak, sarkan urgan nedense iki kattı. Çift ilmik vardı Deniz'in boğazında. İşte o anda Deniz son sözlerini söyledi:
"Yaşasın tam bağımsız Türkiye, yaşasın Marksizm'in Leninizm'in yüze ideolojisi. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının devrimci bağımsızlık mücadelesi. Yaşasın işçiler, köylüler. Kahrolsun emperyal.." "izm"i bütünleyemedi. Çünkü infaz savcısının "Çek! Çek!" diye bağırmasıyla, cellat arkadan tabureye ayağıyla vuruverdi. Saat tam 1.25ti. Ancak nabzı 2.15te dindi."


Gülünün Solduğu Akşam/ Erdal Öz'den 
"Herkes ne zaman ölür
Elbet gülünün solduğu akşam"
Turgut Uyar


"Delikanlım!
İyi bak yıldızlara.
onları belki bir daha göremezsin.
Belki bir daha
yıldızların ışığında
kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin…"
Nazım Hikmet


"En uzun koşuysa elbet
Türkiye’de de Devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak."
Can Yücel



Bir defa ölmek, bin bedende can bulmak demekmiş. Deniz'imden alınmış özgürlük, kime verilsin daha? Kime verilsin? Onlar boşuna ölmediler, boşuna değil.

28 Nisan 2013

Kendini Öldürme Sanatı

Hikayesini nerede bitireceğini en iyi bilen kişi hikayeyi yazandır. Eğer hikayeyi devam ettiremezsen bir zaman sonra, ana karakteri öldürmek en cazip fikirlerdendir. Yoksa zaten acı çekecektir. Acıya son vermek, daha caziptir.
İnsan bazen nefes alacak alan bulamıyor kendine, hayata bir anlam bulamıyor. Öylesine çatışıyor ki hayalleri ile gerçekler, acısına dayanamıyor gerçeklerin ve gerçekliğine son veriyor. Kendi gerçekliğine son veriyor. Açık açık ölümü seçiyor. Acıların dineceğini ve ölümün aslında ölümsüzlüğe açılan bir kapı olduğunu yerleştiriyor zihnine. Bir nevi umut gibi geliyor ölüm ona. Son umut.. Ve sonsuz bir cesaret. Kaynağı kaybedecek bir şeyinin olmaması olan cesaret. Hiçbir şeye cesareti kalmayan bir insan kendinde en büyük cesaret örneğini buluyor. Susma cesareti.
Sonsuza kadar susacağını, geride bıraktığı her şeyin yerine konuşacağını biliyor. Ama umursamıyor hiçbir şeyi, öyle acıyor ki kendine dayanamıyor bir süre sonra acımayı bırakıp ölüme gidiyor. Belki hiç tereddüt etmeden koşuyor, belki de adım adım gidiyor.
Nasıl olsa bir gün bitecek. Gün de bitecek. En sevdiğin şarkı da bitecek bir kaç dakika sonra. Ve ben de bu yazıya son noktayı koyacağım biraz sonra. Ve kendini öldürme sanatı da kendi hayatına nokta koymaktır. Bir sanattır. İkisi de başkaldırıdır hayata nasıl olsa, sanat da, intihar da, sanatta intihar da. Kimse noktayı ne zaman koyduğunu önemsemez, belki çok gençti derler arkandan ama her zaman 'vadesi bu kadarmış' cümlesi çınlar kulakta.
Bugün ya da yarın olduğu farketmez.
Ama ölümünü de kendisi seçebilecek kadar özgür olmalı mıdır insan?

24 Mart 2013

Tek günahımız
günahsız olmaya çalışmak
Kötülükler Ülkesinde

3 Şubat 2013

"..Yükseldim, yükseldim. Hayal kurdum ve düşündüm. Fakat hepsi beni sıkıştırdı. En acı işlencelerle yorulmuş  fakat daha kötü bir rüya ile uyandırılmış bir hastaya benzedim.

Fakat bende bir şey var ki adına cesaret diyorum. Bu şimdiye kadar bendeki her neşesizliği öldürmüştür. İşte bu cesaret, bana sessizlikte şunu söyletti: "Cüce, ya sen, ya ben!"

Cesaret en iyi öldürücüdür. Saldıran cesaret. Çünkü her saldırışta bir cümbüş vardır.
İnsan en cesur hayvandır. Bütün hayvanları bununla yenmiştir. İnsan bu cümbüşle her acıyı yenmiştir. İnsan acısı en derin acıdır.

Cesaret uçurumlardaki baş dönmesini de yener. İnsan nerede uçurumda değil ki? Görmek bile uçurumları görmek değil midir?

Cesaret en iyi öldürücüdür. Cesaret acımayı da öldürür ve acıma, en derin uçurumdur. İnsan hayatı ne derinlikte görürse, acıya da aynı derinlikte bakar.

Cesaret ve saldıran cesaret en iyi öldürücüdür. O ölümü de öldürür. Çünkü o der ki: "Hayat bu muydu? Pekiyi öyleyse bir daha."

Bu özdeyişte çok güzel bir cümbüş vardır. Kulağı olan işitir."

     Çehre ve Bilmece Üstüne, Böyle Buyurdu Zerdüşt / Friedrich Nietzsche