6 Mayıs 2013

"Deniz'im Ol"

"Ondan sonra o çukur hikayesi oldu işte. Son düştüğüm pusu. Yakalandığım.. Tarlada. Bir çukurun içinde. Vıcık vıcık çamur.
Bir çukurdayım. Çepeçevre sarılmışım. Çukurun dibi kar. Yattığım yerden yukarıyı seyrediyorum, çukurun apaydınlık üstünü. Sanki donanma fişekleri patlıyor tepemde. Korkunç güzel bir renk cümbüşü.
Gecenin içinde, yağmurun altında ve güneşlerin ortasındayım; tam ortasında. Ve rastgele yakıyorum mermiyi, aklıma ilk gelen Mayakovski'nin şu sözleri oluyor.

Susun artık konuşmacılar
Siz savdınız sıranızı
Söz sırası mavzer arkadaşta
Şimdi o konuşacak

Neler geçmiyor aklımdan.
İşte orada ölümü de düşündüm. Ölüm pek ürkütücü gelmiyor insana. Yine de kabul edemiyorsun.
İnsanlığın geleceğini ve senin o günleri göremeyeceğini düşünüyorsun. Müthiş hüzün veriyor bu sana. Nasıl öleceğim diye düşünmeye başlıyorsun.
Kendi kendime orada, namluyu ağzıma sokup öleceğimi, acı duymayacağımı, böyle kurtulacağımı düşünüyordum. Ama bir de bunun, kolayına kaçmak olduğu geliyor aklına. Vazgeçiyorsun.
İki mermim kalmıştı, mermiler bitince çukurdan çıkmayı düşündüm.
Başım dik çıkacağım.
Vuracaklarsa vuracaklar. Başım dik gideceğim ölüme. Ama ya vurmazlarsa?
O zaman yakalayıp işkence falan yapacaklar sana. İşkence, yine de kolay geliyor. Kararlıydım, dayanacaktım işkenceye. Konuşturamayacaklardı beni. Çözülmeyecektim. Bu konuda kesin kararlıydım.
Silahımı attım birden. Bir ara ateş kesildi. "Çıkıyorum!" diye bağırdım. Çıktım, ateş eden olmadı.
..
Yakalandığımda saat gecenin 2.30'u falandı. Beni alıp doğruca Kayseri'ye götürdüler. Ellerim iki iri yarı adama kelepçeli. Yolda boyuna soruyorlar. Konuşmuyorum.
Kayseri'ye varıyoruz.
Valinin karşısına çıkarıyorlar beni.
"Yakalandın mı sonunda?" dedi vali. Küçümsemeye çalışarak.
"Sen bir kulsun, kul kalacaksın!" dedim. Hiç beklemiyordu. Apışıp kaldı. Sözümün altından kalkamadı, çekip gitti.
Çay getirdiler. Polisler dönüp duruyor çevremde. Garip bir saygı duyuyor gibiler. Hiçbir kaba söz, davranış yok. ''Ağabey ne istersin?" "Bir isteğin var mı ağabey?" Bir de şu var: Çok duygulanıyorlar. Hele ilk yakalandığımda, Kayseri'ye götürülürken, iki koluma kelepçelenen o iri yarı iki polis, Ankara'ya götürülüşümde yine aynı arabadaydılar. Ağladılar yolda. İsteyerek yapmadıklarını söylediler. Üzüntülerini belirttiler.
...
"Geçmiş olsun." dedi, İçişleri bakanı, gülerek. "Nereye gidiyordun?"
"Devrime." dedim. Duvardaki haritada Sivas'ı gösterdi. "Buradan mı gidiliyor devrime?" dedi.
"Senin kafan almaz böyle şeyleri. Karşınıza bir gün dikildiğimizde anlarsın." dedim.
"Türkiye'de tek bir ordu vardır, o da Türkiye Cumhuriyet Ordusu'dur." dedi. "Onun için Demirel ve senin gibi uşakları, hemen istifayı bastınız." dedim.
Sinirlendi. Üzerine yürür gibi yaptım, bir adım attım. Geriledi, şaşırdı dehşetli bir panik havası vardı. "Gö- gö- götürün bunu" dedi.
"Göstereceğiz sana da, senin gibilere de, Amerika'nın güvenilir uşakları!" diye bağırdım çıkarken. Gördüm: Gazetecilerin yüzünde büyük bir şaşkınlık vardı.
...
Asacaklar heralde. Bu o günkü politik ortama bağlı. Faşizm güçlüyse asar. Gerici sınıfların en güçlü iktidarıdır faşizm.
İyi sordun. Evet, ölüme gidiyor bu yol, idama gidiyor. Biliyorsun bunu. Yakalandığın andan başlayarak hep biliyorsun. Hele hücreye tıkılıp da düşünme rahatlığına erince; yine aynı şey: idam, ölüm. Ama pek de korkunç gelmiyor bu sana.
Umut mu? Her zaman var. En azından "Kaçabilirim, kurtulabilirim." diye düşünüyorsun. Ama bağışlanmayı düşünmüyorsun. Çıkarılacak bir affı düşünmüyorsun. O yok işte.
..
O sahneyi çok iyi somutladım: İdam günü gelince o sevdiğim alıştığım giysilerimi giyeceğim: postallarımı ve parkamı. Beyaz ölüm gömleğini giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim. Öyle her zaman ki eyleme gidiş tavrımla gideceğim. Yok tıraş falan da olmayacağım. Gidip, oturup önce bir sigara yakacağım orada. Sonra demli, sıcak, güzel bir çay içeceğim. Rodrigo'nun Gitar Konçertosunu da dinlemek isterim orada.
Avukatlarımın idamda bulunma hakları var. Onların orada olmalarını isteyeceğim. Gelecekler. Gelmeleri gerek. Çünkü bizden sonrakilere umut verecek bu sahne. Asılışımız güme gitmemeli. İpe nasıl gittiğimizi, gelecek kuşaklara anlatacak doğru dürüst gördü tanıkları bulunmalı orada. 
...
Bak dostum, şu gördüğün arkadaşların hepsi de asılacak belki.  
Bunlar okullarında da kendilerini kabul ettirmiş insanlar. Hepsi de okudukları okulun en başarılı öğrencileri. Sınıflarının ya birincisi ya ikincisiydiler. Hani bu işe girişmeseler, bu kurulu düzene karşı çıkmasaydılar, inan ki bu bozuk düzenin en sivri noktalarına hızla tırmanır, yükseliverirdi hepsi de. Yani bugünkü bozuk düzenin içinde bile en yüksek mevkilere kolayca gelebilecek çapta insanlar hepsi de.
...
Bir de, bütün bu olayları, acıları gelecek kuşakların belki hatırlamayacağını düşünüyorsun. Bütün bu acıları, sıkıntıları onlar için çektiğini biliyorsun oysa. Ve birden, kendi açından bakınca bir kişi olduğunu, ölürsen bir kişinin ölümüyle öleceğini ve bunun, o büyük kavganın içinde ne kadar önemsiz kalacağını düşünüyorsun bir an.
İşte Vietnam: Milyonlarca insan ölmüş. Her biri, bir yığın acı, bir yığın sıkıntı çekmiş ve ölmüş. Ve gelecek kuşaklar “beş yüz kişi falan ölmüş” diye bilecekler ve geçip gideceksin o beş yüz kişinin içinde. Ölen bir yığın devrimci, ama her ölen bir kişilik ölümünü ölmüş.
Çektiğin acıların gelecek kuşaklarca da bilinmesini istiyorsun ister istemez."
...

Avukat Mükerrem Erdoğan anlatıyor: 
"İki gardiyan kolundan kavradı. "Hadi" dediler. Deniz, kalktı, dimdik yürüdü iki gardiyanın arasında. Çok metin gitti. Bir gardiyan çıkıp ilmiğin halkasını genişletip başından geçirdi ve indirdi Deniz'in boynuna. Ancak, sarkan urgan nedense iki kattı. Çift ilmik vardı Deniz'in boğazında. İşte o anda Deniz son sözlerini söyledi:
"Yaşasın tam bağımsız Türkiye, yaşasın Marksizm'in Leninizm'in yüze ideolojisi. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının devrimci bağımsızlık mücadelesi. Yaşasın işçiler, köylüler. Kahrolsun emperyal.." "izm"i bütünleyemedi. Çünkü infaz savcısının "Çek! Çek!" diye bağırmasıyla, cellat arkadan tabureye ayağıyla vuruverdi. Saat tam 1.25ti. Ancak nabzı 2.15te dindi."


Gülünün Solduğu Akşam/ Erdal Öz'den 
"Herkes ne zaman ölür
Elbet gülünün solduğu akşam"
Turgut Uyar


"Delikanlım!
İyi bak yıldızlara.
onları belki bir daha göremezsin.
Belki bir daha
yıldızların ışığında
kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin…"
Nazım Hikmet


"En uzun koşuysa elbet
Türkiye’de de Devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak."
Can Yücel



Bir defa ölmek, bin bedende can bulmak demekmiş. Deniz'imden alınmış özgürlük, kime verilsin daha? Kime verilsin? Onlar boşuna ölmediler, boşuna değil.