23 Temmuz 2013

İlk kez o gece, Mehmet Abinin yanında, tam da "iki çay söylerken" gördüm onu. Elinde gazetesiyle geldi sessizce oturdu, tek kelime etmedi. Biz de devam ettik tavlaya. Yaz akşamlarının sonsuz sohbetine kapı açan anahtar iki çayla iki zardı.
Mehmet Abinin şirin bir şivesi vardır, benim muhabbetini en çok sevmemi sağlayan.
Bir de ufak tefek dertlerini anlatırken arada belli belirsiz övünür. Ben de ufaktan gururunu okşayan iki laf atarım ortaya. O bıyık altından gülüşünü görmek için. Sonra devam ederiz tavlaya, bazen de bilerek veririm oyunu. Bizim küçük oyunumuzdur bu.
O akşam da yine tam böyle bir diyaloğun ortasındaydık. Pat diye atladı muhabbete küçük dünyasından.
"Ulan Mehmet Usta! Karşında bir sene çalışsan anca üzerindeki kıyafetleri almaya paranın yeteceği bi' İstanbul hanfendisi oturuyo lan. Sen kendini övüp duruyon hala. Ne diyem la sana!
Mehmet Abi utanıverdi hemen, kızardı, kızardı. Hiçbir şey diyemedi kalktı gitti masadan. Çayını bana ödetmeyi de gururuna yediremezdi ya, ödemiş çıkarken.
Adını sanını bilmediğim bu adam, benim abi yerine koyup karşısına oturduğum o yufka yürekli bir tanecik abimi nasıl da mahçup etmişti iki lafıyla.
Sinirlenmedim. Nasıl görüyordu dünyayı o oturduğu sandalyeden merak ediyordum. Yine önündeki gazeteye dalmıştı ki bu sefer ben pat diye soruverdim.
"Ne diye bozdun adamcağızı?"
Bıraktı elindeki gazeteyi, tüm dikkatini bana verdi bir anda. Gözlerimin içine baka baka, beni bir şeye ikna etmeye çalışır gibi başladı söze:
"Abla," dedi. "Açık konuşayım seninle. Biz kenar mahallede doğduk büyüdük. Ben kendimi bildim bileli amelelik yaparım, Mehmet Abi benim ustam olur. E, sen de olsan olsan bize işveren olursun. Bizim değil aynı masaya oturmak, aynı havadan solumamız bile garip şurda. Onu da geçtim ben sana baka baka kendimi övecem ha şurda?"
"Niye böyle sert baktın ki duruma. Nereden geldiğinin nereye gideceğini belirlemesine neden izin veriyorsun? Ben niye oturamayayım yanınızda, insanın değerini ne zamandır parası belirliyormuş, sen de!"
Sonra iyice bana topladı dikkatini. Usul usul başladı anlatmaya. Doğduğu yeri, gidemediği okulunu, annesini, ilk ne zaman çalışmaya başladığını hatırlamadığını söyledi. Beni sordu sonra. Anlattım ben de en az onun kadar usul.
"Bak gördün mü?" dedi. "Bizim kaderlerimiz farklı yollara yazılmış, benim doğduğum zaman toplumdaki yerim belliymiş, seninki de sen doğduğun zaman. Senin gibilerle bizim gibilerin bir arada olması olmaz abla burlarda. Burlar sana göre değil. Sen git güzel evinde sıcak yatağında kayfeni doğru iç. Biz burlarda yeri gelir sokaklarda doğru yatarız. Sen bırak buraları abla."
Ne desem boştu, ne desem yerini bulamayacak kalacaktı öylece havada. Haklıydı diyemem tıpkı haksızdı diyemediğim gibi.
İşte ilk kez orda gördüm onu, son görüşüm yine orda oldu. O son gün öğrenebildim adını da. Ve bana adının denizde anlam bulacağını söyledi, bir hafta sonra yük gemileriyle uzun yolculuklara çıkmaya başlayacakmış. "Pek bulamazsın beni burlarda artık." dedi gitmeden. "Kendine güzel bak, üzme kendini öyle kötü konuştum diye. Bunlar senin benim suçum değil, bunlar düzenin suçu be ablam. Biz ne yapacaz."
"Ege," dedim. "İnsan kendi kaderini kendi yazarmış. Sen de yaz kendi kaderini. Bir daha seni istediğin gibi göreyim, ne dersin?"
Hiçbir şey demedi. İlk defa öyle içten gülümsediğini gördüm. Sonra ilk gün masaya oturduğu gibi usulca gitti yanımdan. Usul usul dokundu yüreğime.
Usulca bir yaşamı öğretti.
Usulca gitti, hiç inanmadığı kaderini çizmeye.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder